YARATILIŞ GAYESİ
Allah'a hamd olsun. O'na şükreder, O'ndan yardım diler, O'nun bağışlamasını isteriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden O'na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak, kimi de dalalete düşürürse ona hidayet edecek yoktur.Şehadet ederim ki; Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed (s.a.s) O'nun kulu ve rasuludür. Ancak, ona tabi olmakla din sağlam olur.
Allah insanı yaratmış ve ona yaratılışının gayesini bildirmiştir.
Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat: 56)
"Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın." (Nisa: 36)
İnsanın yaratılışından beri, İblis (aleyhillane) Adem (a.s) ve oğullarına düşmanlığını gösteregelmiş ve onları dalalete düşürmek için ahdetmiştir. Ancak Allah'ın halis kulları onun şerrinden emin bulunmaktadırlar.
Şeytanın bu ahdiyle beraber hak ve batıl mücadelesi de başlamıştır. Bir yanda Rahman kabilesinin üyeleri, diğer yanda şeytan ve kabilesi...
Şeytan, insanoğlunu doğru yoldan saptırmak için çeşitli yöntemlerle ona yaklaşmış ve batılı süslü göstererek insanların büyük bir kısmını dalalete düşürmüştür. Oysa Allah (c.c) şeytanın apaçık bir düşman olduğunu belirtmiş, insanın bu meluna tapmaması için müjdeleyici ve uyarıcı rasuller göndererek hakikati göstermiştir.
Birbiri ardından gelen rasullerin tümü ilk olarak ve başka bir konuya geçmeden öncelikle şu hakikati belirtmekle görevliydiler:
"Yalnız Allah (c.c)'a ibadet ve bütün tağuti unsurları reddedip onlardan uzak durmak...
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Biz senden önce hiçbir rasul göndermiş olmayalım ki ona; "Benden başka ibadete layık ilah yoktur, yalnız bana ibadet ediniz" diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya: 25)
"Muhakkak ki biz her topluluğa bir rasul gönderdik. Onlara; Allah'a ibadet etmelerini ve tağuttan sakınmalarını emrettik." (Nahl: 36)
Gönderilen bütün rasuller bu tevhid meşalesini taşıyarak toplumlarını yalnız Allah'a ibadete ve tağutları ve onlara tabi olanları inkar etmeye davet etmişlerdir. Bu tevhid meşalesi yaratılmışların en hayırlısı Muhammed (s.a.s)'e ulaşmış ve Rasulullah'da en mükemmel şekliyle noktalanmıştır.
Rasulullah (s.a.s) kendisine ulaşan tevhid meşalesini taşıyarak kemale ermiş bir din ile insanların yolunu kıyamete kadar aydınlatmıştır.
Rasulullah (s.a.s) de diğer insanlar gibi bir beşerdi. Rasulullah (s.a.s) ümmetine İslam'ı her yönüyle tebliğ ettikten sonra vefat edip ahirete göç etmiştir. Ama şeytan ve Ademoğulları arasındaki savaş henüz bitmemiştir.
Bu mücadele ve savaş süreklidir. Şeytanın renkten renge boyayarak süslediği batılın hak ile mücadelesidir. Bu çetin savaşta batılın süslü görünümüne aldanarak şeytanın safına geçenler bir tarafta, şeytanın tuzaklarından sakınan Allah'ın gerçek kulları da diğer taraftadır.
Ancak şeytanın hizbinden olmaktan sakınmak kuru bir ifade ile olacak birşey değildir. Burada hak ehlinin ağır sorumluluğu dikkati çekmektedir. Yani, sadece hakkı bilmek kafi değildir, aynı zamanda onu tebliğ etmek ve bu sebeble başa gelen bütün sıkıntılara sırf Allah rızası için katlanmak gerekir.
Tüm rasuller Allah'ın istediği şekilde ve hiçbir şeyi gizlemeden ve herşeyi açıkça anlatarak tebliğ görevlerini yerine getirmişlerdir. Rasulullah (s.a.s) de böyle yapmıştır. Hakkı tebliğ etmiş ve bunun karşısında duran engelleri söz ve silah ile ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İman edenlere de bu şekilde hareket etmelerini bir görev olarak yüklemiştir. Bu görevi tam anlamıyla yerine getirebilmeleri için de, onlara tutundukları takdirde yollarını şaşırmayacakları iki şey bırakmıştır: Kur'an ve Sünnet... Bu iki silah her türlü fitneye karşı etkili silahlardır.
Rasulullah (s.a.s)'den sonra çeşitli fitnelerin başgösterdiği bilinmektedir. Bu dönemlerde bu fitnelere karşı duran gerçek iman sahipleri bu etkili silahlarla kuşanarak, o anda söz konusu olan bu fitneyi ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Hiç birisi o an için tehlike arzetmeyen ve güncel olmayan bir fitneyi gündeme getirip de bu dinin pratiklik gerçeğinden uzaklaşmamışlardır. Mesela:
Ali (r.a) zamanındaki gündemde olan fitne gözardı edilerek Ebu Bekir (ra) dönemindeki zekatı vermeyi reddedenlerin meselesinden kaynaklanan fitne gündeme getirilmemiştir. Veya Ahmed b. Hanbel kendi döneminde; Kur'an mahluk mu, değil mi? diye ortaya çıkartılan fitneyi gözardı ederek dört halife dönemlerinde ortaya çıkmış olan bazı olaylarla vakit geçirmemiştir. Tüm enerjisini o an tehlike arzeden fitnenin ortadan kaldırılmasına yöneltmiştir.
İşte bunlar bize ulaşan ve metod açısından yolumuzu aydınlatan önemli ışıklardır.
Geçmişteki durum böyleydi... Yakın tarihimize gelince... Ne kadar hatalı olursa olsun, İslam kanunlarını tatbik eden ve İslam devleti sayılan Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, daha önce gayet açık olan ve herkesin hiç tartışmasız kabul ettiği bazı meseleler sorun olarak gündeme geldi. Bu meseleler nelerdir?
Örneğin; "Bir müslüman ancak Allah'a, rasulüne ve mü'minlere dost olabilir" gerçeği tartışmasız kabul ediliyordu ve bunun aksini iddia edenlere rastlamak mümkün değildi.
İşte bunun gibi "Hükmün sadece Allah'a ait olduğu, yasama ve hüküm koyma yetkisine başka hiçbir varlığın sahip olamayacağı inancı" da tevhid akidesinin bir gereği olarak kabul görüyor, bunun aksini iddia etmek ise küfür olarak nitelendiriliyordu.
Yine o müslümanlar biliyorlardı ki; tabiatı yaratan, onu düzene koyan Allah, insanların da yaratıcısı ve kanun koyucusudur.
İnsanlara fayda ve zararın ne ile ve nasıl olduğunu bilen yaratıcı elbette onlara en güzel kanunu göndermiştir. Evet eski müslümanlar bu gerçeği tartışmasız kabul ediyorlardı. Sonra ne oldu?
Sonra bu mesele şeytan ve yandaşları için biricik mesele ve saptırılması gereken hedef haline geldi. Artık yeryüzünde yürüyen sahte ilahlar zuhur etti ve hüküm koyma fonksiyonuna talip oldular. Ortam ve şartlara göre gizli ve açık olarak bu davalarını sürdürdüler. Kendi kanunları ile insanları idare etme davasında çeşitli taktiklerle mücadele ve çabalarını hızlandırdılar. Daha önce imanın gereği olarak kabul edilen hakimiyetin Allah'a ait olduğu gerçeği artık tartışma alanına sokuldu ve anlayışlar bulanıklaştırıldı.
İşte bundan dolayı iman ile küfür arasındaki çatışmanın odak noktasını bu mesele oluşturmuştur. Yani teşri (yasama ve hüküm koyma) meselesi. Bu mesele günümüzde müslümanların üzerinde ehemmiyetle durmaları gereken en önemli meseledir. İşte zamanımızın en önemli fitnesi de budur.
Bu mesele şirkin boyutlarını da gündeme getirmiş ve müslümanlar açısından bu asrın ana meselesi haline gelmiştir.
Günümüz müslümanı neyi tebliğ edecek? Hangi meseleyi gündeme getirecek? Ebu Bekir (ra) zamanında vuku bulan Müseylemetül Kezzap meselesini mi? Ali (ra)'ın onu ilahlaştıranları yakması meselesini mi? Yoksa Kur'an'ın mahluk olduğuna dair yapılan tartışmaları mı? Evet hangi meseleyi?
İslam alimleri, müslümanın öncelikle ve geciktirmeden öğrenmesi gereken ilimler hakkında görüşlerini belirtmişler ve itikad hakkında şöyle demişlerdir:
"İtikad ilmini öğrenmek, itikad ile ilgili tehlikelere paralel olmalıdır. Eğer tevhid kelimesinin manası hakkında kişinin kafasında bir şüphe varsa, bu şüpheyi gidermek için gereken ilmi öğrenmesi farz-ı ayındır. Eğer bid'atin yaygın olduğu bir yerde bulunuyorsa bu tehlikelerden emin olması için, kendisini bu bid'atlerden koruyacak İslami hakikatleri öğrenmesi farzdır. Mesela; faizin uygulama alanı bulduğu bir yerde tüccarlık yapan bir kimsenin bundan korunma yollarını öğrenmesi farz-ı ayın olur."
(Ahmed b. Kudame el Makdisi ([1])-Minhac-ul Kasidin)
Asrımızın meselesi geçmişteki müslümanların meselelerinden farklı, yeni bir meseledir. Bugünkü alimler sözkonusu olan bu meseleyi, yani hakimiyet ve şirk kavramı meselelerini netliğe kavuşturmak ve böylece üzerlerine düşen görevi yerine getirmekle sorumludurlar. Ancak bu şekilde üzerlerindeki ağır sorumluluktan kurtulabilirler.
Bu ümmetin gerginlik arzeden bu döneminde, bugün çeşitli yerlerden birtakım sesler yükselmektedir. Yükselen bu sesler toplumları din esaslarına sarılmaya davet etmekte ve tehlikeli durumlardan sakındırmaya çalışmaktadır. Ancak bu davetler, yükselen bu sesler, küfür mihraklarının ve işbirlikçilerinin yanında cılız kalmış ve amacına tam ulaşamamıştır. Fakat Allah'ın nuru mutlaka tamamlanacaktır. Nitekim Rasulullah (s.a.s), hiçbir zaman kaybolmayacak olan ve sırat-ı mustakim üzere bulunan bir topluluğa işaret etmiştir.
Bu din Allah'ındır ve kıyamete kadar baki kalacaktır. Ufuklardaki işaretler yeni uyanışları müjdelemektedir. Bu uyanış, "yalnız Allah'ın hükmünü tanıma" anlayışını da beraberinde getirmiş ve böylece "Hakimiyet" sorunu yeniden ele alınmıştır.
İşte bu gerçek, yani "vahyin reddettiği kanunları kabul etmenin veya onlara itaat etmenin şirk olduğu" gerçeği tağutları sarsmıştır. Ve böylece çatışma artık yeni bir döneme girmiştir. Evet şeytanın hizbi ile Rahman'ın hizbi arasındaki kavga değişik bir şekil almıştır. tağutlar ve işbirlikçileri bu gerçeği gözden saklamak için takva maskeleri takmaya başlamışlar ve bu büyük meseleyi küçük gösterip, İslam'ı isteyen insanları başka meselelerle uğraştırmak için şeytani hilelere başvurmuşlardır.